Sunday, June 5, 2011

27 Sene, 18 Gün, 2 Şampiyonluk



sene 1970. seneye iyi başlayan arsenal eylül ayında şampiyonluk şansını yitiriyor adeta. 5-0, rakip stoke city, sonuç ağır... toparlanması zor artık. bir şekil yapılıyor işte. takım inanıyor, fizyoterapistken futbol yazarı brian glanville tarafından %38 civarındaki galibiyet oranının sembolize ettiği başarısızlığı "bu takımı yönetmek için ne yeterli kurnazlığı, ne de otoritesi vardı" şeklinde açıklanan billy wright'ın kovulmasıyla göreve gelen bertie mee inanıyor ve takım ocak ayına kadar yenilmiyor. rakip leeds. nisan'da 1-0 kazanıyor maçı revie'nin lanetliler birliği. şampiyonluk onlara yakın gibi gözüküyor. arsenal'in şampiyonluk için ihtiyaç duyduğu iki şey var, son hafta ya tottenham'ı white hart lane'de yenecekler, ya da 0-0'lık bir beraberlik gelecek. 87. dakikaya kadar ifrit ediyor londra'nın kızıl tarafını arsenal. 87'de ray kennedy sallıyor, tottenham ezeli rakibini şampiyonluktan etmek için çabalıyor ama tutunuyor arsenal. alıyor ligi. beş gün sonra wembley'de liverpool'un karşısında bu sefer, FA cup finali. uzatmanların ilk dakikalarında geriye düşen arsenal 101'de eddie kelly ile eşitliyor, sonra da charlie george kupayı getiriyor arsenal'e. ne gurur. ne muhteşem bir sene.

ve sonrasında ne acayip bir kilitlenme.

şimdi şöyle; beşiktaş taraftarı olarak bir ben anlarım az sonra anlatacağım hikayeyi. ben yirmi yaşındayım. bilinçli bir şekilde hatırladığım ilk lig anım fevzi'nin ayağının altından kaçan şampiyonluktur benim. yirmi yaşımda sadece iki şampiyonluk gördüm. zaten elli küsur yılda da on üç şampiyonluk var, benimki yine iyi bile sayılabilinir... fenerli veya galatasaraylıysanız işiniz kolay, iki senede, en olmadı üç veya dörtte kupa sizin. ama beklemek, özlemek, istemek, olmadıını yine görmek, umutsuzluğa kapılıp, zaten olmayacaktı diye kapıyı çarpıp çıkmak bize özgüdür. bir de 71 dublesinden sonraki arsenal taraftarına.

bir sonraki sene fena geçmiyor arsenal adına, kupa bir de ajax'a eleniliyor çeyrekte, lige kötü başlanılıyor ama beşinci bitirmek o kadar da büyük bir ayıp atfedilmiyor. üstüne bir de kupa finaline çıkılıyor, revie ve leeds alıyor kupayı. sonraki sene de ikinci bitiriliyor lig. sonra da düşüş başlıyor. önce takım dağılıyor, arsenal küme düşme hattına kadar çarpıyor birden. 74-75, 16, 75-76 17. bitiyor lig. mee istifa ediyor, yerine neill geliyor. ligi liverpool domine etmeye başlıyor bu sırada, arsenal neill önderliğinde üç sene üst üste kupa finaline çıkıyor, 79'da da alıyor. sonraki sene arsenal hem fa cup'da, hem kupa galipleri kupaısnda finale çıkıyor hatta, 70 maç oynuyor ,eli boş dönüyor. sonra kupa finallerinin yıldızı liam brady juve'nin yolunu tutuyor. ve sonra rezillikler peş peşe geliyor. yarı amatör winterslag uefa kupasında, üçüncü kümeden walssall ise lig lupasında eliyor arsenal'i. neill kovuluyor, asistanı geliyor ama o da fa cup'dan yine bir üçüncü küme takımı yüzünden eleniyor. arsenal yeni teknik direktör arayışı sırasında barcelona'nın terry vanables'ine, aberdeen'le büyük başarılara imza atmış genç iskoç bir teknik direktöre, bir de george graham'e teklif götürüyor. graham geliyor.

herkesi sat, alt yapıdan gençleri al, disiplin yerleştir ve ruhla, ısrarla oyna. sonuç? 86 noelinde ligin lideri arsenal. o sezon dördüncü bitir ama lig kupasını alır geriden gele gele. graham'ın ilk döneminin bir değil üç filmi çıkar bakılsa; sarhoş takımı kovma, gençlere inanma ve lig kupası'ndaki akıl almaz geri gelişler. ikinci sene de lig kupası finali, ligde yükseliş ve en sonunda, 88-89 senesinde, 27 sene sonra gelen şampiyonluk. arsenal deplasmanda derby'ye yenilip, evinde wimbledon'la berabere kalınınca gitti denen şampiyonluk. senenin son maçında liverpool'u iki sıfır yenmesi gerektiği ortaya çıkınca kayboldu gözüyle bakılan şampiyonluk. ve saniyeler kala, son anlarda atılan golle en sonunda londraya gelen şampiyonluk.

işte futbol bu anlar için var, anlatabiliyor muyum? işte futbol bu yüzden güzel. bu yüzden bekler taraftar tribünde. beş, on, yirmi, yirmi yedi sene bekler. en sonunda gelen bu anlar en güzelleridir çünkü. en çok onlar anlatılınır. en çok onlar konuşulunur. en güzelleri de hep onlardır...

Monday, May 30, 2011

Beşiktaş: İlk 6 Transfer

beş transfer. yuh. daha bir ay dolmamıştır herhalde. beş transfer, hadi fernandes'i de say, altı. aslında toptan bir inceleme yapayım demiştim ama altı
isim gelince bir dur demek, girişmek gerekti cidden.

transfer #1: mustafa pektemek

en sevindiğim transfer bu herhalde. olgun, zeki, kafası basan bir adam mustafa. futbolunu da böyle oynuyor. ne yapmak istediğini, neye gücü yettiğini biliyor. seneler önce fourfourtwo'da bir röpörtajını okuduğumdan beri gençlerbirliği maçlarında takip ediyorum onu. bize karşı attığı gol de çok iyiydi, üstelik ağır bir sakatlıktan çıkmasına rağmen. on maç, beş gol, üç asist. çok da genç üstelik. daha yerinde bir transfer yapılabilir miydi bilmiyorum. nokta yerli transferi budur işte.

transfer #2: egemen korkmaz

egemen... ne desek boş aslında. o mevkide bir oyuncuya ihtiyaç vardı şüphesiz. ama o egemen mi... bilmiyorum. atınç'a güvenmek her ne kadar birkaç senedir yüksek performansla oynuyorsa da egemen'i almaktan daha iyidir diyeceğim, ama atınç'ın da ateşe atılması taraftarı değilim. geçen sene ali'ye ne olduğunu gördük hep beraber. mecburen çıktı, önemli maçlarda bir şeyler yapmak zorunda kaldı ve söndü. atınç biraz daha tecrübe kazanana dek egemen iyidir aslında. rotasyonu genişletir, toraman'ın yerinde değerlendirilir.

transfer #3 & #4: tanju kayhan & veli kavlak

hayal meyal hatırlıyorum ikisini de. birine inönü'de aşırı gıcık oluşumu hatırlıyorum bir de. niye bilmiyorum, ama iyi bir sebebi olmamalı ki unutmuşum, sevdim ikisini de. tanju 21, veli 22 yaşında (hoş gerçi tanju'nun da 22'sine ay var sadece). veli daha tecrübeli, 125 maça çıkmış bu yaşına rağmen. 16 yaşından beri forma şansı buluyor rapid'de. bu bayağı avrupa maçı demek aynı zamanda. o yaş için çok iyi. isimlerden tanju sağ bek, veli ise ön saha adamı. gençler, tecrübeliler, kullanılırlar. bu yaştaki adamların, bu fiyata transferlerine ne denebilir ki zaten?

olmuş transfer #5: burak kaplan

söz konusu bundesligaysa borges'in üstüne söz olmaz. benim tek söyleyebileceğim iyi transfer olduğudur. ucuz, genç ve tecrübeli. bayer leverkusen altyapısından, çıktığı ilk maçta son dakikalarda bir gol atıp beraberliği getirmiş. bundesliga'da dört maçta iki golü var, bayer leverkusen II'de 32 maçta 10 gol, ikinci devre kiralık gittiği fürth'te ise altı maçta üç gol. istatistikler iyi, borges iyi demiş, riskini de alırız madem. olmadı guti'ye yancı gelir işte, fena mı?

olmuş transfer #6: manuel fernandes

eh... olmasaydı ya? ya olmasaydı? ben ki devre sonunda guti emekli olunca ne olacak korkusuyla tırnaklarımı yiyordum, o gelince hepsi uçtu gitti. fernandes-ernst-necip üçlü orta sahası o kadar cazip ki şu an. guti 70'de falan girse de olur yani artık. ileri ve geri koşular yapabilen, topa basan, ara pası görebilen, ayakta kalıp ara gazı verebilen bir adam fernandes. devre arasında gelen üçlünün en zayıfıydı, ama en muhteşem keşfi de o oldu. iyi ki de kaldı şimdi.

hoh... daha var mı sayın adalı? 6 transferle giriştik olaya. devam? gelecekse gelsin vallahi de yoruldum yahu ben...

Avrupa'nın En Büyüğü Barcelona: 2011 Wembley Finali

biz bu resmi daha önce görmüştük sanki... barcelona bir sene ara verdikten sonra, tekrar aynı takımı, yine görkemli bir stadda mağlup ederek avrupa'nın en büyüğü oldu. oysa ki maçtan önceki düşüncelerim biraz umutluydu. barcelona tek taktik, tek kadro ve tek diziliş mantığıyla bütün maçlarına aynı çıkan bir takım olarak saha içerisinde yapılabilen cinlik ve şeytanlıklara bayağı açıktı, bunun en iyi örneği de maç içerisinde aniden 4-2-4'e dönüp fizik gücüyle defanstan alınan topları ileriye şişiren arsenal'in londra'da 2-1 kazandığı maç ve sert müdahelelerin, verilmesi gereken kırmızıların havada uçuştuğu, ronaldo'nun hızına fazlaca bel bağlayan 1-0'lık copa del rey finaliydi. e durum böyle, karşı takımda da şeytanlıkların şövalyesi kulübede bekler bir haldeyken ibre diğer zamanlardan biraz daha fazla manchester united'ı gösteriyordu. ferguson'un taktiği ilk on dakikada belli oldu, ki sanırım o dakikalarda bir de gol lazımdı onun planının tutması için. kanatlarda iki defansif kanat oyuncusuyla topu kap, rooney o kanada insin, verkaçlarla çizgiye gel, hernandez'e aç. göbekte vidic-ferdinand ikilisi omzu koyup topu alsın, carrick veya giggs küçük bezelyeye şişirsin ve kontra ara. chicharito on milyon topsuz koşu yaptı bu maç, gol de bahsettiğim verkaçlardan geldi. fakat iki şey tutmadı, birincisi, ferguson kanat beklere yardım gelmeyeceğini tahmin ediyordu ki, bu doğru, zaten barcelona kanatlarla pek iş yapmıyor artık. tahmin edemediği kanada inen oyuncuların pas başarısıydı, ki bu paslar devamlı tutmadı, olmadı. ikincisi ise chicharito'nun hamlığı. ofsayta düşe düşe bir hal oldu hernandez, belki de onun yerine owen denenmeliydi ama hamle zamanı geldiğinde skor çoktan belli olmuştu zaten.

barcelona yine avrupa'nın en büyüğü oldu böylece. çıkıp bildikleri oyunu oynadılar, kazandılar döndüler. messi ingiltere topraklarındaki ilk golünü attı ki sanırım bu sene yıktığı ikinci messi tabusu bu, real'e de hiç gol atmamıştı daha önce. barcelona'nın tanrısallaştırılmasını da benim gibi sevmezsiniz ya da siz zaten tanrı sıfatını yakıştırmışsınızdır, villa'nın o golünün bunların hiçbiriyle alakası yoktu, otur, çayını al, tekrar tekrar izle o golü. van der sar da muhteşem veda etti, messi'nin golünde az buçuk bir pozisyon hatası varsa da villa'nın o golünü az daha çıkartıyordu ya, o yetti. messi reis de küçüklük idolüm ruud van nistelrooy'un rekorunu egale etti. valla kimse itiraz etmesin, nistelrooy'unki daha büyük işti zira o sene sadece 9 maçta oynamıştı, buna rağmen manchester'ın attığı 16 golün 12'si ruud'undu. o senenin finalinin manchester'de oynandığını ve çeyrek finaldeki real-manchester mücadelesinin unutulmayacağını da bir not olarak düşelim. avrupa arenası sürprizlere açıkken şampiyonlar ligi'nin seyretmesinin keyfi daha yüksekti tabi.

böyleyken böyle. seneye büyük bir turnuva daha bizi bekler, bu sefer final benim gizli arzu nesnem, allianz arena'da. münih evde final için saldırır mı dersiniz? bakmak, görmek lazım...

Wednesday, May 25, 2011

2010-2011 Avrupa Şampiyonları


bir sene bitti neredeyse. ağustos ayında en sevdiğimiz oyun kendine bir reset atacak ama şimdi cumartesi gününü saymazsak durup soluklanma zamanı. ben de bu güzel seneyi anacak şöyle bir şey yaptım gördüğünüz gibi. uefa'nın 2011 sıralamarına göre en değerli 15 liginin şampiyonları. ilk iki ligin şampiyonları bu cumartesi londra'dalar, onları açık bir arayla borussia dortmund'un şampiyonu olduğu almanya takip ediyor. ibra'nın dirilttiği milan italya'yı süpürdü, orada senenin sürprizi napoli'ydi. senelerce lyon ve diğerleri şeklinde giden fransa'nın muhteşem yarışını son düzlükte lille kazandı, son senelerdeki yükselişini perçinledi. portekiz'de ise bu sene nostaljik anlar yaşandı, porto'nun önüne geleni aldığı senelere güzel bir saygı duruşu yaşanırken kenarda yine genç ve futbolculuk deneyimi olmayan robson etiketli bir portekizli vardı. zenit rusya'nın son mart-kasım arası oynanan ligini kazandı, bu ağustos'ta onlar da normal avrupa seyrinde devam edecekler. shakhtar ise lucescu dönemindeki saltanatını sürdürdü, zaten de bu bekleniyordu onlardan. hollanda da cruijff ajax'a, ajax lige ağırlığını koydu, büyük abi, her iki anlamda da kazandı. 10. sırada ise türkiye vardı, burayı da biliyorsunuz zaten, son yılların en büyük şampiyonluk yarışını kurtarılan bir penaltıyla fenerbahçe kazandı. komşuda olympiacos şampiyon olurken danimarka'da bu sene şampiyonlar liginin minik sürprizi fc kobenhavn şaşırtmadan kupayı aldı. genk belçika'nın kralı olurken romanya'da sürpriz oldu ve trabzonspor'un üç dört sene öncesinden hatırlayacağı otelul galati ilk şampiyonluğunu elde etti. iskoçya'da ise daha büyük bir sürpriz vardı. 13 senelik iskoç premiyer ligi tarihinde ilk defa üçüncü bir takım, küçük st. mirren şampiyonluğa uzandı. şaka şaka, rangers aldı işte orada da şampiyonluğu. o almasa celtic alırdı zaten.

bir sene de böyle geçti işte. genel olarak avrupa'nın en büyük sürprizi otelul galati'ydi ama birçok ligde eski efsanelerin dönüşü vardı, italya, portekiz, hollanda, türkiye gibi ülkelerde eskiden şampiyonluğa ipotek koymuş fakat üç dört senedir kupa kokusu unutmuş takımlar sezonu tepede bitirme sevinci yaşadılar. şimdi cumartesiye kenetlendik bizde. vakit dünyanın en büyüğünü belirleme vaktidir. e onun hakkında da bir yazı yazmak lazım tabi, değil mi?

Monday, May 23, 2011

Dixie Dean

işte... şu yandaki resimde gördüğünüz adam dixie dean. bu siyah beyaz, pasaklı, kirli ama mutlu adam dünya futbol tarihinin ilk 9 numarası ve bu blogun isim babası. bugün bütün genç forvetlerin büyük takımlara geldiklerinde kendi bölgelerini işaretleme arzusuyla 9 numaraya gözlerini dikip bakmalarının sebebi; gelmiş geçmiş en fenomen forvetlerinin sırtında isimlerinin altında rakamlarının en büyüğünün yazmasının yegane tetikçisi. böyle bir mevki için daha iyisi olabilir miydi? yirmi iki ocak bin dokuz yüz yedide "william ralph dean" adıyla doğar bu mutlu adam. yedi yaşındayken ingilterenin de beşiğinde olduğu bir diplomatik ilişkiler ağından dünyanın hiç görmediği büyüklükte bir harp çıkar. ülkesi nasıl bu savaşın içindeyse mersey nehrinin batı yakasında doğan bu çocuk da öyle içindedir savaşın. savaş adına tüm ülkeyi örgütleyen liderler onu da katarlar davalarına, harp çabası için süt taşır yerel evlere. on bir yaşına kadar geceleri savaşa aittir, ama o umursamaz, pek sonraları okulu on beş yaşında bıraktığında da yine gecelerini sırf sabahları futbol oynayabilsin diye demiryolu işçiliğine verecek, gün doğduğunda futbol topuyla arasında hiçbir şey olmasın diye uykusunu feda edecektir hiç gocunmadan. ama savaş o on bir yaşındayken bittiğinde hemen bırakmaz okulunu, dört sene daha devam eder, ardından babasının çalıştığı demiryolunda işe girer. demiryolu şirketi varislerinin bir takımı vardır, new brighton f.c. adında. ilk teklifini oradan alır dean, fakat reddeder ve merseyside'ın ufak bir takımına, pensby united'a çevirir rotasını. ilk kontratı, onu fark eden ilk gözlemci ve ardından birkenhead'in, doğduğu yerin en büyük kulübü tranmere united'a ilk transfer. ağır bir sakatlığın bile yıldıramadığı, taraftarların iki savaş arası kahramanlara ihtiyaç duyduğu bir dönemde çok severek "dixie dean" dedikleri o adam otuz maçta yirmi yedi gol atar ilk sezonunda. otuz maçta yirmi yedi gol onun çocukluk hayali everton'a transfer olması için yeterlidir. az buz değil, o zamanın rekor parasıyla tam üç bin paunda transfer olur everton'a dixie dean, üç yüz paund da imza parası alacakken o zamanın federasyonu buna kota koyar, otuz paunda indirir. dean için önemli değil bu. o everton'ı o zamanın kulüp yöneticisi thomas mcintosh onunla bir görüşme ayarladığında evinden görüşmenin bulunduğu otele tam dört kilometre koşarak gidecek kadar seviyordur, bu sevgisi de ilk sezonunda tam otuz iki golle gösterir kendini. kafatasını ve çenesini kıran bir motorsiklet kazası bir daha futbol oynayamayacak damgası vurdurtturur dixie'ye, ama o bu damgaya inat o kafatasıyla maça çıkıp bir de muazzam bir kafa golü atar. o kaza onun ilk milli maçına çıkmasına da engel değildir, bin dokuz yirmi yedinin şubat ayında ilk kez geçirir sırtına ingiltere formasını. bin dokuz yirmi yedi senesinin onun için ne kadar muazzam bir sene olacağının işaretidir bu. o sene başlayan lig maratonunda everton yirmi yıl sonra ilk defa, tam yüz iki gol atıp elli üç puan alarak elli bir puanlı huddersfield'ın önünde birinci tamamlar ligi. everton'ın tarihindeki üçüncü şampiyonluğun altında dixie dean'in ismi vardır, zira everton'ın attığı yüz iki golün tam altmışını o sene otuz dokuz maça çıkan dean atar. diğer takım arkadaşlarının attığı toplam gol sayısını on sekiz sayı ile geçen dixie takımının otuz senesinde kümedüşmesini engelleyemez belki de, ama otuz birde everton birinci lige yükselip, otuz iki de dördüncü şampiyonluğunu onurlar listesine yazdırıp, otuz üçte federasyon kupasını müzesine götürdüğünde gollerin neredeyse hepsinin altında onun imzası vardır. zaten onu bu yazının konusu yapan şey de otuz üç finalidir; federasyonun hakemin oyuncuları tanımlayabilmek adına numara sistemini getirttiği finaldir bu. bu sistem günümüz sisteminden farklı işler; oyuncular istedikleri numarayı seçmek bir yana, karşı takımdaki oyunclarla aynı numaraları bile seçemezler. everton bir ile on bir arası numaraları alır, rakibi manchester city ise on iki ile yirmi iki arasını. futboldaki çoğu numara stigmasının temeli işte o gündür; birinci kaleci bir numarayı, manchester city'nin kalecisi, yani ikinci kaleci yirmi iki numarayı, göbek oyuncusu beş numarayı, 3-2-5 sistemiyle oynadıklarından dolayı tam merkez forveti olan kaptan dean ise dokuz numarayı alır. dokuz numarayı aldığı günü de boş geçmez dean, kendi kurduğu kadro maçı manchester'ın ikinci takımından alıp götürürken elli ikinci dakikada selamını çakar dönemin en iyi kalecilerinden len langford'a. dokuz numara efsanesi o elli ikinci dakikada perçinlenmiştir.

sonra? sonrası yokuş aşağı, çoğu futbolcuda olduğu gibi. yaşlandıkça oynayamaz oluyor dixie, otuz yedide everton'dan ayrılıyor, notts county'de bir sene oynadıktan sonra pixie'min diyarı irlandaya gidip sligo rovers formasıyla yedi maçta on gol atıyor.40 senesinde hayatının ikinci cihan harbi patlak verdiğinde ashton united'ın bir daha ömrü boyunca görmediği bir taraftar kitlesine karşı son maçını oynayıp, son golünü atıyor, ardından da savaş onun yerine yapıyor jübilesini. futbolu bıraktıktan sonra bar işletme ve bahis salonlarında çalışma gibi işlerde çalışıyor seneler boyunca, yetmiş ikide grip teşhisiyle hastaneye yatırılıyor, yetmiş altıda da pıhtılaşan kanı sağ bacağını alıyor ondan. tüm futbolcuların laneti efsanevi dixie dean'i de buluyor, onu bir ülkenin milli kahramanı haline getiren bacağı en sonunda evine kapatıyor onu.

bir mart bin dokuz yüz seksende geliyor ondan sonra hayatının bir sonraki efsanesi. bin dokuz yüz yirmi beşte sırf everton onu transfer etmek istiyor diye bir toplantıya dört kilometre koşarak gelen adam, birinci lig tarihinin bir sezonda en çok gol atan oyuncusu, on altı milli maçta on sekiz gol, everton formasıyla üç yüz doksan dokuz maçta üç yüz kırk dokuz gol atan ilk dokuz numara; o efsane forvet, uğruna kafasını kırdıktan sonra maça çıktığı, tam on iki sene kanını, terini ve gözyaşlarını akıttığı mavi formalıların ezeli merseyside rakipleri liverpool ile oynadıkları maçta, yetmiş üç yaşında bir kalp krizi geçirerek veriyor hayatını. tam on iki sene iki yüze yakın maça çıktığı o sahada, canından çok sevdiği takımının en kritik maçını oynadığı sırada veriyor son nefesini. peki nasıl hatırlanıyor şimdi ömrü boyunca tek bir kart bile görmemiş bu yorgun, pasaklı ve mutlu adam? hani tam on iki sene maça çıktığı stad demiştim ya, kanını, terini, gözyaşlarını ve en sonunda son nefesini bıraktığı? o stadın önünde şöyle bir heykel duruyor şimdi; altında yazan şu cümlelerle:"Footballer, Gentleman, Evertonian."


Sunday, May 22, 2011

2010-2011 Spor Toto Süper Lig Karması

E böyle açalım blogu madem. Bu sene, diğer bütün senelerden çok maç izlemişimdir herhalde. Beşiktaş'ın 34 maçını kafadan ekle, e ev arkadaşı fenerli, oradan da bir 30 maç, galatasaraylı arkadaşların geldiği 15 maçı da eklersin, bir de denk gelindi diye izlenenler, özetlerine bakılanlar, skor duyulunca açılanlar; buyrun bu oldu. Güzel açılsın madem blog, tatlı açılsın. Buyrun.

Kale: Volkan Demirel
Kim olacaktı ki? Volkan muhteşemdi bu sene. Hatalı gol yemedi, üstelik her sene sayısını korkutucu bir istikrarla arttırdığı kritik kurtarışlarını yine yaptı. Fenerbahçe şampiyonluğunu üç büyük isme borçlu dedi herkes, ilki oydu.

Sağ bek: Gökhan Gönül
E bir zahmet. Volkan ne kadar "acaba" yaratmadıysa seçim sırasında, Gökhan da o kadar yaratmadı. Her zamanki Gökhan işte, ne denir ki? Hücumu da, defansı da, Antalyaya attığı gol de muhteşemdi.

Stoper #1: Serdar Kesimal
Muhteşemdi Serdar. Tek kelimeyle muhteşemdi. Kayserispor'un Almancı çocukları alıp takıma monte etme politikasının belki de en muhteşem meyvesiydi. Oyun zekası, yaşına göre çok geniş pozisyon bilgisi, çevikliği harika Serdar'ın, ki onu milli takıma götüren de buydu.

Stoper #2: Diego Lugano
İşte en tartışmalı yer. Serdar Aziz ve Giray da muhteşemdi bu sene, hatta savunmasal olarak belki Lugano'dan da iyi. Ama 7 gol... 7 golü inkâr edemezsiniz. 7 gol atamayan Nobreler var bu ülkede. Bir de hepsi kritik yahu!

Sol bek: Ivan de Souza
Senenin sürprizi işte bu. Hakan Balta'nın dağıttığı, İsmail'in pişmek için daha vakti olduğunu kanıtladığı, Andre Santos'un gelip gittiği senede Ivan de Souza Antep'i 4. lüğe taşıyanlardan biriydi. Biraz da hücumcu bek zaafımdan aslında ona sevgim. Ne yapayım, seviyorum yahu!

Ön libero: Selçuk İnan
Trabzon'un kaç golü var? Selçuk'un da o kadar organizasyonunu başlattığı atak var işte. Neredeyse her golde, her atakta onun imzası vardı. Uzun pası, kısa pası, ara pası, geri pası değil, vizyonuydu onun bu seneki gücü. Muhteşemdi.

Merkez orta saha: Necip Uysal
Ee? Nerede Necip şarkıları, Necpi övgüleri düzen köşe yazarları? Ben kendimi bildim bileli şu ülkede iki yönlü orta saha arıyoruz biz. Bulduk! Vallahi bulduk! Her boşa kaçan topun, her kesilen pasın müsebbibiydi Beşiktaş'ta bu sene Necip. Tek eksiği paslarıydı, onlar da olacak be!

Forvet arkası: Alex
Ehem... pardon? Bir şey yazmak lazım mı buna? 28 gol, 14 asist... Yuh! Kendini hissettirmeden, duran toplarla, oyunda kendi durduğu anlarla, kaybolup belirdiği anlarla bu noktaya geldi işte Alex. Stilini sevmeyebilirsiniz, ama etkisini tartışmak mı? Asla.

Sağ açık: Olcan Adın
Bu karma genel senenin karması olsaydı Quaresma 10 gol, 10 asistle buradaydı. Ama lig? Olcan için biçilmiş kaftan bu mevki. Büyük takımların alt yapısından lig sirkülasyonunda kaybolan oyunculardan olmadan, Kafkas'ın yönetiminde dişini, hırsını, içgüdüsünü gösterdi. hak ede ede.

Sol açık: Burak Yılmaz
Yeniden doğuşların senesinin en büyük ölümden döneni. Hızlıydı Burak bu sene, Selçuk'un, Jaja'nın paslarını iyi yakaladı, iyi attı, Topsuz koşuları mükemmeldi, Trabzon'un şablonunu en iyi kullanan o oldu. Mükafatını da aldı... ama herhalde şampiyonluk alsa daha sevinirdi. Eh..

Forvet: Cenk Tosun
Bir golcü içgüdüsü vardır, bir de golcü zekası. Cenk ilkine sahip olanlardan. Vaktiyle Hakan'ın bir lafı vardı, Bobo'nun karşısında oynamak istemem, o hissederek vurur diye. Cenk'in karşısında ikinci devre hiç kimse olmak istemezdi. Attı da attı, durmadı, daha da attı. Daha da atacak gibi.

Teknik Direktör: Şenol Güneş
Başıma bir şey gelmeyecekse açık açık söyleyeyim, her şeyi taktiksel zekâya bağlayıp sadece ondan etkilenen bir adam olarak, motivasyonun etkisini görmezden gelmesem dahi Aykut Kocaman'ın çim sahaya uzanmayan, soyunma odasında kazanılan maçlarını sevmiyorum. Bu yüzden Şenol Güneş daha kıymetliydi benim için bu sene. Bernd Schuster'in gidişinde "adamın elinde ilk yarı sağ açık Tabata vardı" diyenler bu sene Şenol Güneş'i görmemişlerdi herhalde. En adam gibi oynayan, en takır takır, kazanmak istediğinde kazanmak için oynayan, vakti olduğunda dağları delen takım Trabzon'du bu sene. Onlar şampiyon olamadı, Şenol Güneş ise şampiyondan da öteydi... Net.

Yedekler:
Onur sakatlanana kadar harikaydı. Şenol Güneş onu nasıl gördü, nasıl çıkardı bilmiyorum ama hiç sekmedi bu sene de. Serdar Aziz bu senenin sürpriziydi, gençliğine rağmen soğukkanlılığı, gücünü fiziksel müdaheleden çok korkutmadan kazanan, forvetlerin ödünü patlatan adamdı. Yükselecektir bu sene. Hasan Ali Kaldırım Türk solunun umudu oldu, Kayseri'nin gençlik projesinin en temiz meyvelerindendi. Emre ise Emre'ydi yine, ama inişi çıkışı boldu, bazen de agresifiyle çok yaktı kendini. Jaja senenin en iyi yabancı transferlerdendi, bulunduğu mevkide, o şablon içerisinde çok can yaktı, daha da çok yakacak gibi göründü bu ligde. Ve Quaresma. Ligde biraz daha başarılı olsa senenin adamıydı, hem Beşiktaş, hem o ligde kilitlendi, düştü. Ama her topu ayağına aldığında heyecan yarattı İnönü'de. İlk golünde armayı öpüp Kapalı'ya koşan adam güzel adamdır, güzel adamlıktan bile girer bu listeye. Onun bir de futbolu vardı. Son lafta da Niang. Senelerdir öldü Fenerbahçe forvet diye, öldü, öldü, en sonunda Niang geldi. Bulduğu her şeyi attı mı, hayır, ama attıkları bile yetti Fenerbahçe taraftarlarına. O da öylece girdi karmaya, listeyi de kapattı. Biz de artık önümüzdeki hayata falan bakacağız Ağustos ayına kadar. Daha da transfer dönemleri falan başlar, bir maraton bitti, diğerlerine açmak lazım yolu değil mi? Kalsın o zaman lig sağlıcakla. Ağustos'ta görüşelim kendisiyle.
şimdi ben bu blogu niye açtım? sorun bu. aklımın bir köşesinde bir senedir falan vardı futbol hakkında yazmak. şimdiden peşin peşin söyleyeyim, taktik bilgim üst düzey, oyun okumam mourinho vari değildir, gördüğümü yazar, daha da önemlisi hissettiğimi söylerim. çok düşünen bir adam da değilim zaten, bir şeyler hissederim, bir şeyler oturur, onları anlatırım. anlattıkça dinleyen olursa da o benim kârım olur.

her neyse, hoş geldiniz dixie dean'e. bakalım neler çıkacak.